"Her zamanki gibi olsun istemedi bugün genç adam. Genelde güneşin doğuşunu izlemeyi tercih ederdi. İnsanlığın değil ama insanların uyandığı, dünyanın her yerinde farklı olan bu sabahların oluşmasını sağlayan güneşin doğuşunu izlemeyi tercih ederdi. Belki de bugün fazla çalışmıştı, sakince üzerindeki beyaz önlüğü silkeleyerek oturduğu yerden kalktı. Annesinin ve karısının yanından ayrılırken, son kez toprak rengini öptü. İlk kez bir akşam vakti onları yalnız başına bırakıyordu belki ama gitmeli ve düşünmeliydi. Birazdan kaçtığı dünyaya geri dönecekti büyük ihtimalle, yine onu bulacaklardı.
İnsanlar onun düşünemeyeceğini
düşünüyorlardı, ya da delilerin. Ne garipti insanların düşüncesi, daha
kendilerini bile bilmiyorlarken sürü psikolojisine uyarak etiketliyorlardı
birbirlerini, kullanılıyorlardı, sosyal sınıfların kurbanı oluyordu her biri.
Oysa insanın en büyük farkı, insanı insan yapan düşünmek değil miydi? Bunu her
gün kendilerini kandırırken kullanıyorlardı genellikle, eğer gerçekten
kendilerini kandırırken kullandıkları o "düşünmenin yeterli olduğu "
insanlık ilişkileri kurulsaydı dünya böyle mi olurdu? Kafasını iki yana
sallayarak tıpkı milyonlarca insanın yaptığı gibi göz yumdu mantıklı
düşüncelere, umursamadı. Kaldı ki umursayıp anlatmayı denese de üzerine
damgalanan ve ne kadar doğru olduğu tartışılan "deli" etiketi buna
izin vermezdi.
İleride,
çok ileride onlarca yeşil ağacın içerisinden kendisine ve kendi gibi olanlara
benzettiği kurumuş ağacın altına, bembeyaz önlüğünün kirlenmesini bile
umursamadan oturdu. Zaten kirlense bile artık önemi yoktu, temiz ve iyi
görünmek istediği kimseler yoktu. Gerçekte gözlerini uzaklara ve geleceğe
yumdu, hayallerinde geçmişe ve güzel anılara açtı. Onun güzel yüzü karşıladı
genç adamı, temiz kalbi, iyimser düşünceleri karşıladı… Bir daha göremeyeceği
onu, sadece gözlerini kapatınca hissedebiliyordu.
Yine kendini onunla olduğu anılara kaptıracaktı ki duyduğu sesler ile aniden açtı gözlerini.
Kahkahalar... Bir anne adayının, bir baba adayının ve onlara tanıklık eden insanların gülerken çıkardığı sesler melodisi. Gerçek kahkahalar. Bazen ondan daha güzel müzik olmadığını düşündüğümüz ardı ardına sıralanan gerçek kahkahalar ve içerdiği gerçek hisler, gerçek düşünceler, gerçek insanlık…
Bir zamanlar onunla, arkadaşlarıyla, annesiyle güldüğünü hatırladı. Nasıl hissedeceğini bilemedi. Onun çok sevdiği dudakları bir an sola doğru kıvrılmak istedi ama içindeki hisler ve karanlığı gözlerini ele geçirdi. Elinde olmadan kıskandı, kıskançlık öfke oldu, gözlerini korkutucu bir şekilde ele geçirdi... Tam o korkutucu anda; çiftin gözleri, genç adamın gözlerini buldu. Kahkahalar dindi, mutluluk yok oldu, korku sinsice başını gösterdi.. Çift yavaşça uzaklaşmaya başladı, uzaklaştı, uzaklaştı, uzaklaştı... Görünmez oldu. Yine yalnızdı işte mezarlıkta.
Genç adam, onlar yok olana kadar izledi. En
sonunda annesinin ve onun yanına dönmeye karar verdi. Onlarla bugün içerisinde
son kez vedalaşıp, yakalanma olaylarından kaçmalı ve işine gitmeliydi. Derin
bir iç çekti. Tüm bu yükleri arasında, bir de kaçan kovalanır saçmalığı vardı.
Onların yanına varınca ayakları taşıyamamıştı bedenini. Oysaki eskiye göre o kadar kilo vermiş, yüz hatları öylesine çökmüştü ki… Birkaç saat daha orada oturdu öylece; yalnız, sessiz, kayıp ve en çokta özgür bir şekilde. Özgürlüğün gerçek anlamını bilmeyen ve o anlamlı kelimeye yanlış anlamlar yükleyen insanlara sinirleniyordu. Ya da insan olmaktan mutsuzdu. İnsan olmanın ve doğmuş olduğun yerin farklı sorumlulukları vardı. Doğar doğmaz, dünyadan habersiz o masum mahluk; ya sıcak bir aileye sahip olabiliyor, ya ömrü boyunca yalnız kalıyor, ya da omuzlarında bir sürü yük ile bir şeylere zorlanıyor.
Dünyada
bir milyonerin çocuğu olarak doğarsan biraz alaycı davranmalısın, hayır daveti
adında ama öyle olmayan davetler düzenlemelisin, sadece zenginlerle arkadaş
olmalısın, gösterişli ve dikkat çekici olmalısın; Daha fakir bir ailede
doğarsan çalışıp para kazanmak zorundasın, insanların saçma baskılarına
dayanmak zorundasın, para uğruna satılabileceğin bir çevrede gerçek sevgiyi
bulmakta zorlanmalısın; ki bunlar sadece nereye doğduğuna bağlı açığa çıkan
düşüncelerdi. Buna düşünce denir miydi? Emin değildi. Hepsi insanların oluşturduğu
önyargılardı, bizzat kendilerinin
koyduğu, sınırladığı ve eskiden beri devam eden acımasız etiketler.
Ona göre gerçek özgürlük bu tabuların yıkılmasıydı, gerçekten düşünebilmek ve söyleyebilmekti; kim ne söyler, kim yargılar diye düşünmeye gerek olmadan konuşabilmekti. Kendini kandırmamaktı, ‘’kendisi’’ olduğu için sevilebilmekti, hayatının kararlarını kendi hayallerine göre vermekti, hikâyelerini paylaşabilmekti... Yine özgür bir şekilde -ve yalnız - kalktı ve yürüdü. Güzel karısının ve annesinin yanına vardığında gördüğü tarih içini bir kez daha acıttı.
Altı ay. Koskoca altı aydır büyük bir saçmalık süreci içerisindeydi. Karısının kokusu, sesi, yumuşak saçları olmadan, küçücük ama zeki ve sevgi dolu bedeni olmadan çıldırma düzeyindeydi sanki. Peki ya annesi, onun üzerine titremesi, zorluklarla büyütmesi, ikisinin de her zaman yanında olması… Kayıp hissediyordu. Ve de yabancı…
Hayat ona çok büyük bir oyun oynuyordu... Ve üzücü olan ise o mağlubiyet yolunda neredeyse emin adımlar atıyordu, bataklıkta gibiydi. Kurtulmaya çalıştıkça batıyordu. Neresi olduğunu bilmediği bir yerde, haritasını kaybetmiş bir şekilde çıkışı arıyordu sanki. Her şey o kadar karanlık ve o kadar soğuktu ki… Işığı göremediği için, günden güne umudunu acı bir kabullenişle yitiriyordu. Her yakalanışında kaçma isteği azalıyordu. Ona koyulan sınırlara ve kurallara alışıyordu, kabulleniyordu. Farkında olmadan kabullenince artık karşı çıkmayı anlamsız buluyordu.
Tam
beynindeki ikinci ses isyan bayraklarını kaldıracaktı ki arabanın duruş sesini duyunca
ve iki adamın buraya doğru yürüdüğünü görünce onların geldiğini anladı. Demek
bu sefer bir buçuk günün ardından yakalanmıştı, ona yaklaşan insanları
düşündükçe; içinden gelen bir ses kaçmasını söylüyor, gerçek ses ise gerek
olmadığını ve artık pes etmesi gerektiğini söylüyordu. Gerçek sesi dinledi. Pes
etti, yapacaklarından vazgeçti, usulca kabullendi. Ne karşı çıkmaya, ne de bir
şey söylemeye karar verdi. Kabullenişin her zaman iyi sonuçlara gebe olmadığını
bile bile… Gerçekten konuşmamaya karar verdiğinden beri usulca dinledi her bir
cümleyi, her bir kelimeyi, her bir gerçeği…
“Ya! Kerem Albayrak! Bu kaç oldu hâlâ
vazgeçmedin. Şu paranı ödeyen, her hafta seni ziyaret eden arkadaşların olmasa
var ya... " dedi Doktor Mehmet.
“Mehmet! Baksana
bugün daha bir tepkisiz zaten, durumu git gide kötüye gidiyor.” dedi; Doktor
Mehmet’in yanında gelen, henüz ağır yüklerle dolu omuzları, hüzünle dolu
bakışları ve hayatın hastalarda bıraktığı o acı kırışıklıkları görmeye
alışamayan, Sinan.
“ Onun bende
farkındayım Sinan. Ayrıca karşında kıdemlin var senin! Doktor Mehmet Bey,
diyeceksin. Gerçi işlemeli önlüğümü bu adam her zaman çalıyor, nasıl yapıyor
onu da anlamıyorum!"
“Onu
bırakın, her gün nasıl kaçtığını biz bile bilmiyoruz ki efendim. Bu kadar zeki
birinin bu duruma düşmesi ne bileyim; ne kadar yazık!"
“Gördüğüm kadarıyla kendini kapatma süreci daha da hızlanıyor, Sinan. Hemen gidelim!"
Götürülen
genç adam her şeyin farkında ama tepkisiz bir şekilde karşı çıkmadan arabaya
bindirildi. Doktor Sinan şoförlük yaparken, ‘’kıdemli’’ Doktor Mehmet birkaç
tedavi uygulamayı denedi. Denedi ama Kerem Albayrak inkar ettiği şeyleri yavaş
yavaş kabul etmeye başlıyordu…
Bir Ay Sonra
“Dikkatli yaz Sinan, bu kaydı okumak
isteyeceklerdir." Dedi Mehmet.
“Merak etmeyin efendim, yazmaya başlıyorum; siz söyleyin ."
“Kerem Albayrak.
Doğum tarihi 1 Eylül 1992, Doğum yeri: Bursa, Türkiye.
Boyu 1,82. Kilosu 76. Fiziksel bir sorunu yok. Ünlü bir firmada avukatlık yapıyordu.
Hasta;
6 ay önce karısını, oğlunu ve annesini aynı kazada kaybediyor, komplo olmadığı
halde kendini öyle olduğuna inandırıyor ve ilk belirtiler burada başlıyor.
Bütün dünyaya kendini kapatıyor, her gün mezarlığa gidiyor, insanları istemeden bile olsa rahatsız ediyor, çöpleri toplamakla iş yaptığını düşünüyor, insanlar onu "deli" diye adlandırdıklarında saldırganlaşmaya başlıyor; en sonunda arkadaşları tarafından buraya, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesine getiriliyor.
Yapılan tedavilerde görüldü ki hasta kendi oluşturduğu yalanların içinde yaşamaya başlıyor, yani hamile karısını ve annesini koruyamadığını düşündüğü için suçluluk psikolojisine karşı gelemiyor, aynı şeyleri tekrar yaşayacağından korkuyor, derin bir kaygı ve korkuyu içinde barınıyor. Belirtiler altı aydan fazla sürdüğü için Travma Sonrası Stres Bozukluğu tanısı konuluyor.
Hasta zaten bir yas etkisinde olduğu için bu durum daha da kötüleşmeye başlıyor; kendini kandırması, normal seviyedeki bir yasın daha da ileri taşınmasına neden oluyor. Altı ay boyunca gizli ve engellenemeyen bir şekilde mezarlığa gidip sohbet ediyor, içinde bulunduğu yas süreci boyunca ölülerle konuşabileceğine inanıyor.
Hasta da birkaç ay sonra uykuya eğilim, hareketsizlik ve uyuşukluk artıyor yani yavaş yavaş letarji haline bürünüyor, ardından iştahsızlıkta başlıyor ve hipofaji durumuna geliyor.
Yaklaşık
bir ay önce hasta yeniden mezarlığa gitmek adına kaçıyor, bir buçuk günün
sonunda yakalanıyor ancak birkaç sorun daha ortaya çıkıyor.
Son
olarak ise duygusal donukluk ve insan korkusu:
antrofobi başlıyor.”
Ünlü Psikolog ve Profesör Ekin Tanpınar, dersi için yazdığı ama yaşanmış bir hikâyeyi okuduktan ve alkış sesleri dindikten sonra konuşmaya başlıyor:
“Birinci sınıfın sonuna
geldiniz ve benim her birinci sınıfın sonunda, öğrencilerime okuduğum bu hikâyeyi
siz de dinlemiş oldunuz. Biliyorsunuz ki hikâyeler gerçek veya gerçeğe yakın
olay yazılarıdır, bende size griefi en iyi bu şekilde anlatabileceğimi düşündüm.”
dedi gözlerini dolu amfide gezdirdikten ve derin bir nefes aldıktan sonra.
Devam
etti: “Nasıl desem, bunu hepimiz yaşayabiliriz. Hepimiz bir gün ölümü tadacak,
bedenlerimizden ayrılacak ve toprağın altında yer edineceğiz. Bütün yaşamımız
boyunca çabalayıp, bir yerlere gelip en sonunda da öleceğiz. Belki bu yaşamda
yenileceğiz -kazanacağız, durmadan bir şeyleri sorgulayacağız,
güleceğiz-ağlayacağız, düşünmeden hareket edip hata yapacağız; ama en çokta
birilerini kaybedeceğiz. Belki kaybettiklerimiz sadece yanımızdan ayrılacaklar,
belki de bu dünyadan... Bu gerçeği asla değiştiremeyiz. Ve bu hepimizin başına
gelebilir. Hepimiz insanız ve bir gün birilerini kaybettiğimizde; Kerem ‘den
daha kötü veya daha normal bir seviyede yas tutmaya başlayabiliriz. Bu yüzden
grief zannettiğinizden daha önemli. Konuşmamı dinlediğiniz için teşekkürler,
gelecek senede başarılar dilerim!”
Ekin Tanpınar, bir elinde hikâyeyi yazmasına neden olan arkadaşının günlüğü, diğer elinde peçete ile hızla sınıftan çıkmaya çalışıyordu. Sınıftan çıkmayı başardığında gözlerinden akan damlaları elindeki peçete ile durdurmayı denedi, akıntısız düşen gözyaşlarına daha fazla engel olamayınca kendini yere çökerken buldu. Ünlü psikolog, herkesin düşüncelerine ve kendine hayran olduğu bu genç adam; kimsenin gerçek karakterlerin farkında olmadan dinlediği bu hikâye yüzünden ağlıyordu, arkadaşının hikâyesi yüzünden...
Tam üç yıl geçmişti, kardeşi gibi olan Kerem'in;
kendinden, arkadaşlık gruplarından, hayattan ve insanlıktan kendini
kopartmasının ardından... Son kez hıçkırdı, titreyen elleriyle gözlerini
temizledi, gözlerinin kızarıklığının geçtiğinden emin olduktan sonra oturduğu
yerden kalktı. Bugün, o arkadaş grubu kardeşlerini seyretmeye gideceklerdi.
Tıpkı son üç yıldır yaptıkları gibi sadece uzaktan seyredebileceklerdi. Elindeki
saati kontrol etti, kimseye selam vermeye hali olmadığından başını eğerek
arabasına doğru yürüdü, arabayı çalıştırdı ve kardeşlerinin yanına varmak için
harekete geçti.
Belki mesleğinden belki de düşünceleri yüzünden elinde olmadan etrafı inceledi. Ne kadar da garipti.
Her şeyin değiştiği bu hayatta yalnız
olduğumuzu her zaman inkâr ediyorduk kaçarcasına, oysaki bunu en basitinden yas
tutarken anlayabilirdik. Onlar bizi arkalarında bırakıyordu ve sonunda öz
yalnızlığı kabullenip, kendi başlarına ölüyorlardı. Arkalarında kalanlar ise
hayatla acımasızca başa çıkmaya çalışıyorlardı.
Belki
de hepimizin yalnız olduğu bu dünyada, griefe doğduğumuz anda başlıyorduk.
Doğduğumuzdan beri yalnız olduğumuzu, kendi zihnimizi sadece kendimizin tamamen duyabileceğini, düşüncelerimizi sadece bizim anlayabileceğimizi
kabullenmiyorduk.
Öldüğümüzde: vazgeçtiklerimiz, düşüncelerimiz, her şey; uydurduğumuz yalnızlık yani dışlanma içinde bırakılıyordu, atılıyordu. Belki de sahip olduğumuz ve olacağımız her şeyi kaybedeceğimiz için, farkında olmadan onlar adına yalnız başımıza yas tutuyorduk...

Yorumlar
Yorum Gönder